Türklerin ve Moğolların Eski Dini
Türklerin ve Moğolların Dinsel Tarihleri: Türkler ve Moğollar, yaşadıkları coğrafya ve eski geçmişin izleri nedeniyle, bazı araştırmacılara göre Tenrizm veya Altay dinleri gibi tanımlamalarla adlandırılmaktadır. Ancak kaynak eksiklikleri nedeniyle bu konu, hala bilimsel ve akademik düzeyde tam olarak çözülememiş bir alan olarak araştırılmaktadır. Kabilesel yaşam tarzları, bu toplulukların dünya görüşlerini şekillendirmiştir. Günümüzde modern hayatın sunduğu konfor ve gelişmişlik, bizlerin geçmişte olanlar hakkında farklı düşünmemize neden olmuştur. Bazı çevrelerce Kürşat Demirci‘nin de belirttiği gibi, “Primitif yaşam” ya da eski kaynaklara göre “Pagan inançları” olarak adlandırılmakta, ancak bu inanç sistemleri tam anlamıyla anlaşılabilmiş değildir ve bazen ihmal edilmekte ya da aşırı milliyetçilik anlayışlarının kurbanı olmaktadır. Bu sorunun çözümü için, konunun halk ve insan ilişkileri çerçevesinde ele alınması daha uygun görünmektedir.
Doğa dinlerinin içinde olduğu bilinen antik inanç sistemlerinde, doğanın kutsanması önemli bir yer tutar. Örneğin, güneş, çam ağacı, aslan, kartal, su gibi doğada karşılaşılan unsurlar, insan yaşamında önemli birer sembol olmuştur. Bu durum, normal karşılanmalıdır. Zamanla, ilk Şamanlar aracılığıyla doğa tasavvuru daha iyi anlaşılmaya çalışılmış ve bu süreçte Türk ve Moğol topluluklarına rehberlik edilmiştir. Bu sebeple Şamanlar, toplulukların düşünsel yapısında büyük bir saygınlık ve önem kazanmıştır. Şamanların başarısı, onları çeşitli meslek gruplarında daha avantajlı bir konuma getirmiştir. Hekimlik, motivasyon sağlama ve psikolojik destek gibi alanlarda ilerlemeleri, Türkler ve Moğollar için kutsal sayılan yaşam ve ölüm örüntüsü içinde onları daha da yücelten bir faktör olmuştur.
Avrupa’daki Druidler gibi inanç önderlerine benzerlik gösteren bu figürler, bazı araştırmacılar tarafından Hint-Avrupa tezleriyle ilişkilendirilmişse de, benzer bir bağlantıyı kurmanın yanıltıcı olabileceğini düşünüyorum. Kuzeydeki ve yerleşik olmayan toplulukların zamanla hayata bakışlarının bu şekilde evrileceği daha olasıdır.
Bugün, Türkler ve Moğollar eski inançlarını büyük ölçüde kaybetmiş olsa da, bu eski dini izler, başka kültürlere de taşınmıştır. Bu miras, çeşitli kültürel etkileşimlerle ve toplumsal değişimlerle günümüze kadar gelmiştir.
Dinlerinin Tarihi
Coğrafyası gereği, Altay toplulukları arasında Türkler, Moğollar, Tunguzlar ve Mançular yer almaktadır. Bu durum, bu toplulukların sürekli olarak birbirleriyle temas halinde olmalarına yol açmıştır. Araştırmacılar için bu durum, kimin Türk, kimin Moğol, kimin Tunguz olduğunu tespit etmekte büyük bir zorluk oluşturmuştur. Antik çağlar ve önceki dönemler için bu topluluklara Proto tanımlaması yapılmıştır. Örneğin, Proto-Türk gibi kavramlar kullanılmaktadır. Tu-kiular (Türkler) köken mitlerini ilk kez Vu-Sunenler kullanmışlardır, ancak Vu-Sunenler Türk değildir. Türk ve Moğolların adları, gerçek anlamda yazılı olarak 6. yüzyılda (500-600) kaydedilmiştir; ancak daha eski dönemlere ait bulgular, bu toplulukların varlıklarını sürdürdüklerine işaret etmektedir.
Yerleşik düzene geçen bölge medeniyetleri, Çin, Hindistan, İran ve Mezopotamya gibi uygarlıklar, Orta Asya ve Altay uygarlıkları üzerinde etkili olmuştur. Türkler, İskitler, Gotlar ve Cermenler gibi kabilesel yaşamlarını sürdürmekle kalmamış, aynı zamanda diğer topluluklardan farklı olarak konar-göçebe yaşam biçimini (pastoralizm) benimsemişlerdir. Bu nedenle, başka bölgelerden etkilenmeye daha yatkın olmuşlardır. MÖ 3. yüzyılda, Sincan gibi zengin vahalarda tarım yaptıkları tespit edilmiştir. Bozkır ormanları, uzun süre bu topluluklara önemli bir yaşam alanı sunmuştur ve halen bazı Türk toplulukları bu ormanlarda yaşamaktadır. Ötügen, Büyük Kingam, Orhon, Selenga ve Tola nehirleri gibi bölgeler ise kutsal kabul edilen topraklardır.
MÖ. 1. yüzyılda, Altay dillerini konuşan topluluklarla ilgili bilgi çok kısıtlıdır. Kuzey barbarları olarak bilinen Hunların ataları olan Hiung-nular, Çin kaynaklarında ayrıntılı bir şekilde yer almaktadır. Altay dillerinin izleri, Çin ve Yunan kaynaklarında, Hiung-nuların şiirlerinde, Bulgar prens listelerinde ve Tabgaç kalıntılarında bulunmuştur. İlk dini terimlerden biri olarak Hiung-nuların Tengri (Gök Tanrı) inancı kayda geçmiştir ve bu, Çin yıllıklarında da detaylıca yer almaktadır. Çin bilim dalı olan Sinoloji alanının özel olarak ele alınması gerektiğini Jean Paul Roux belirtmiştir.
İskitlerin Hint-Avrupalı olduğu görüşü daha yaygın bir kabul görmüş bir tanıdır. Ancak, çok sayıda Hint-Avrupalı topluluğun Türkleşmiş olma ihtimali yüksektir, özellikle Hazar Denizi ve çevresi bu geçiş için uygun bir bölgedir. Hiung-nuların, yani Hunların, Proto-Türk olduğu görüşü ise Jean Paul Roux’a göre daha uygundur. Ancak göçebe federasyon tarzı Altay topluluklarında büyük bir çeşitlilik olduğu için, bu toplulukların farklı kimlikler geliştirdiği anlaşılmaktadır. Hiung-nuların çağdaşları olan Proto-Moğollar, Proto-Tunguzlar, Hint-Avrupalılar ve Paleo-Asyalılar dönemin önemli topluluklarıdır.
Batı-Avarlar ve Huan-Huanlar, kendilerine verdikleri ismin aslında Moğol Avarlarından alındığını düşünmektedirler.
1: Türk Hakimiyeti ve Diğer Dinsel Hayat
Türkler, 403-552 yılları arasında, Hiung-nuların önderliğinde tekrar bir konfederasyon devleti kurdular. Çin bölgesinde yer alan ancak Türk hakimiyetine giren Asyalılar, zamanla bölgede “Tu-kiu” olarak anılmaya başlandı; yani kültürel değişimlerin bu şekilde olabildiğini görüyoruz. 553 yılında, Çin’in etkisiyle, Tu-kiular “Türük” ya da “Türkük” (Türkler) adıyla Çin hakimiyetine girdiler. Zamanla, demir işçiliğiyle uğraşan Türk toplulukları 562 yılında bir ayaklanma çıkardılar ve bu isyan sonucunda tüm Yukarı Asya’nın kontrolü Türklerin egemenliğine geçti; böylece bağımsızlıklarını kazandılar. Türkler, zamanla imparatorluk büyüklüğünde bir yapıya evrildiler. “Göktürkler” adıyla bilinen bu devlet, ilerleyen zamanlarda önce ikiye, sonra ise üçe ayrıldı. Bu Türk toplulukları arasından Karluklar, Basmiller ve Uygurlar, en ön planda çıkan devletler oldular.
Çin, egemenliğini özellikle kuzeybatı bölgelerinde kurmaya çalıştı. Zaman zaman başarılı olsa da durum tekrar eski haline dönüyordu. Çin’in politikası, “Türklerin adlarını terk ederek Çin adları alması ve Çin İmparatoruna biat etmeleri” şeklinde devam etti.
Gelelim yazıtlara: En dikkat çeken yazı, 581’de doğru yazılmış Soğdca “Burgut” yazıtıdır. Bu, Altay bölgesindeki en eski metindir ve 29 satırdan oluşur. Büyük ihtimalle 725 yılında Tonyukuk tarafından yeniden düzenlenmiş olduğu görülmüştür. Çin’den alınan 12 Hayvan Takvimi ise Chavannes tarafından Türklerin olduğu iddia edilmiştir; ancak Prof. Dr. Osman Turan ve birçok uzman, bu takvimin Çin kökenli olduğunu belirtmiştir. Soğdca, geçmişte küçümsenen bir dil olarak kabul edilse de, zamanla akademik dünyada önemi artmıştır. Bunun nedeni, Soğdca’nın dönemin en etkin dillerinden biri olmasıdır ve “Lingua Franca” olarak kullanılmıştır.
Mughan Kağan’ın (553-572) oğlu onuruna düzenlenen törensel yazı olan “Bugut” yazıtları sayesinde önemli bilgiler edinilmiştir. Soğdca, 1000 yıldan uzun süre boyunca Türk imparatorlukları tarafından hem resmi dil hem de kültür dili olarak kullanılmıştır.
Bu yazıtlar incelendiğinde, yoğun bir Budizm etkisi görülecektir. Yazıda, Bumin Kağan’ın ruhunun çağrılması gibi törenler dikkat çekicidir. Ayrıca Mazdeizm (Tek Tanrılı Zoroastrizm) kültürüne de metinlerde rastlanmaktadır. Bu etkilerin nedeni, uzun süre boyunca Budist ve Mazdeist rahiplerin, Bozkırlarda yaşayan Türk toplulukları üzerinde propaganda ve misyonerlik faaliyetleri yürütmeleridir. Tabgaçlar, 452-465 yılları arasında Budizm’i resmi din olarak kabul etmişlerdir. Çin İmparatoru, “Çang-nan” şehrinde Türk Budistleri için özel tapınaklar inşa etmiştir. Sonrasında büyük Buda heykelleri ve özel tapınak binaları yapılmıştır. Dönemin önemli rahiplerinden “Junagupta”, Türk devletleri içinde güvenle vaazlar vermiştir. Ardından rahip “Prabhakaramista”, 626 yılında inanç için çağrılar yapmış ve başarılı olmuş; aynı zamanda Türk hükümdarları arasında önemli bir saygınlık kazanmıştır.
Türklerin konukseverlik gibi davranışları, kaynaklarda özellikle belirtilmiştir. Bu hoşgörü kültürü, Türklerin diğer inanç ve kültürlerden etkilenmeye açık olmalarını sağlamıştır. Dönemin antik ve klasik ekonomisi, kabilesel göçebe yaşamla tamamen farklıydı. Rus uzmanlar, Türklerin 570-590 yıllarında Budizm’e dönmelerini, Bozkır Birliği fikrinden kaynaklı olarak açıklamaktadır. Hükümdarlar, Budizm’e karşı belli eğilimler gösterse de, saygınlık ve kurallar yine de uygulanmıştır. Bilge Kağan, yerleşik hayata geçişin en önemli temsili olan şehir inşa etmek gibi hayalleri ve hedefleriyle bu değişim sürecinin simgesel bir figürü olmuştur.
Tonyukuk, “Buddha ve Lao-tzu insanlara yumuşaklığı ve alçakgönüllülüğü öğretmektedir. Bu öğretiler savaşçılara uygun değildir” şeklinde bir görüş sunmuş, bu da yeniden bir milliyetçi bakış açısının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Soğdca dilinin terk edilip eski Türkçeye geçilmesi, Bumin Kağan ve İstemi Kağan gibi büyük atalara atıfta bulunulması ve Gök Tengri ile Ötüken Dağlarının kutsallığının yeniden vurgulanması, bu dönemin etkileridir. Tonyukuk’un, Maniheizm’e karşı Taoizm’i ön plana çıkarmaya çalıştığı da bilinmektedir.
Bölgenin başka bir kısmında, Batı Asya’da Budist rahiplerin izlediği yolu takip eden Nasturi Hristiyanlar ve Maniheizm etkisi de yayılmıştır. Hristiyan keşişler, 638 yılında “A-lo-pen” adlı bir yasa çıkararak, Manastır kurma izni almışlardır. Pelliot’a göre, 621 yılında Mazdekler, Ateş Tapınağını ilk kez Çin bölgesinde kurmuşlardır. Hazarların Yahudiliği kabul etmeleri, Türklerin kendi coğrafi ve siyasi ortamlarına göre inançlarını değiştirebileceklerini gösteren bir durumdur.
Ruslar, dil devrimi yapan Aziz Kiril (Cyrille), 851-863 yılları arasında Hazar devletinde yaşamış ve hahamlarla teolojik münazaralara girmiştir. Ayrıca, bölgede sıkı duramayan Türk Bulgarları, Hristiyanlık içinde erimişlerdir.
Türk İmparatorluğunun Dağılış Süreci ve Diğer Dinlerin Yayılması
Türk İmparatorluğu’nun dağılış süreci, başka dinlerin yayılmasını kolaylaştırmış olsa da, tam anlamıyla Türk ve Altay toplulukları üzerinde kalıcı bir hakimiyet kurulamamıştır. 8. yüzyılın başlarında, eski Altay inançlarının yeniden canlandığını görmekteyiz. Uygurlar, eski müttefikleri olan fakat daha sonra yeni düşmanları haline gelen Basmiller ve Karlukları, 740 yılında büyük bir zaferle yendikten sonra, bu zaferi güç ve hakimiyet simgesi olarak Şine-Usu yazıtlarını yaptırmışlardır. Ancak bu yazıtların yalnızca 10 tanesi günümüze kadar okunabilir durumda kalmıştır. Yazıtlar üzerinde bulunan dini ifadeler, birçok uzman tarafından önemli olarak değerlendirilmiştir.
Uygur Kağanı, 762 yılında Çin’e karşı yaptığı bir sefer sırasında, önemli Çin şehirlerinden Lo-yang’da Soğdca dilini konuşan Maniheist rahiplerle tanışmış ve din adamlarından derinden etkilenmiştir. Savaş dönüşü bu rahipleri kendi başkentine getirip, Moğolistan’a götürmüş, eski yazıtları çözmelerini sağlamış ve “Ordu Balık” adı verilen dikili taşları yeniden diktirtmiştir. Bu sayede, Soğdca tekrar imparatorluk bünyesinde resmi dil olarak kabul edilmiştir.
Moğollar ve Türklerin birlikte yaşaması, bazı uzmanlar tarafından, “Geç Dualizm” anlayışının gelişimini tetiklediği şeklinde yorumlanmıştır. Bu anlayış, beden ve ruh arasındaki farkları vurgulayan bir düşünce tarzıdır. Her din değişiminde olduğu gibi, eski inançların büyük bir kısmı yeni bir kalıba girerek şekil değiştirmiştir. Örneğin, Baku Kağan’ın köken miti, çok tanrılı Altay inançlarının izlerini taşımaktadır.
Dönemin önemli bir diğer olayı ise Uygurların, Moğolistan’ı kaybetmesi ve Yukarı Yenisey’de yaşayan Kırgız Türklerinin bölgeyi ele geçirmesidir. “Ordu Balık” yazıtlarının büyük çoğunluğunu Kırgızlar tahrip etmiş ve Uygurlar 758 yılında dört bir yana dağılmak zorunda kalmıştır. Uygurlardan kalan yazılı kültür, 924 yılına kadar çeşitli gruplara aktarılmıştır. Kırgızlar için bir zafer ve kurtuluş anlamı taşıyan “Suci” yazıtları da bu dönemde yazılmıştır.
Evrensel Dinlerin Göreceli Zaferi
Uygurların çeşitli bölgelere dağılması, diğer Türk toplulukları için de bir değişim sürecini beraberinde getirmiştir. Bu değişimin en önemli nedenlerinden biri, yerleşik hayata geçişin, kültürleri yaymaya başlamış olmasıdır. Bir zamanlar “barbar geleneklere sahip ve kanın sarhoşluğuyla dolu” olan bu topraklar, artık “sebzelerin yetiştirildiği, insanların öldürülmek yerine iyilik yapmanın öğrenildiği bir diyar” haline gelmiştir. Savaş hırsının yerini, dini hislerin ön plana çıkması, toplumsal kültür düzeyinin büyük ölçüde yükselmesine yol açmıştır.
Müslüman ve Çin kaynaklarında, Ateşe hürmet eden Mazdeizm akımlarının etkisi hakkında pek çok bilgi bulunmaktadır. O dönemde, bu akımların etkinlikleri sınırlı olsa da, önemli bir yer tutmuşlardır. Ancak, Türklerdeki ateş kültünü, bu akımlara mal etmek doğru olmayacaktır.
İslamiyet ve Diğer Dinlerin Türkler Üzerindeki Etkisi
Orta Asya’da büyüyen İslamiyet, Talas Zaferi’nden sonra elçileri, sufileri ve tüccarları sayesinde giderek daha etkili bir hale gelmiştir. Zamanla Soğdca’nın etkisi, Arapça ve Farsça dillerinin baskısıyla gerilemeye başlamıştır. Ancak Moğollar, bir süre daha Soğdca’yı kendi içlerinde korumuşlardır. “Irk Bitig” adlı eser, 970 yılında bir Maniheist manastırında yazılmış ve sadece Bozkır hayatını konu alan bir kehanet kitabıdır.
İslamiyet’e geçiş süreciyle ilgili önemli bir figür olan Kaşgarlı Mahmud, 1083 yılında Arapça olarak “Divan-ı Lügat-it Türk” adlı eserini yayımlamıştır. Karahanlılar’dan olan Mahmud, Bağdat’ta Abbâsî döneminde özel olarak yetişmiştir. 1070 yılında ise Kaşgarlı’nın hemşerisi Yusuf Has Hacib, “Kutadgu Bilig” adlı eserinde Türklerin İslamiyet’e geçiş sürecindeki karmaşık kültürel yapıyı ele almıştır. 1294-1295 yıllarında hazırlanan “Codex Comanicus” adlı Latince-Farsça-Kumanca Sözlüğü, dini bakımdan zengin bir kaynak olarak Kıpçak edebiyatını da içermektedir. Ayrıca Zajaczkowski’nin 14. yüzyılda Arapça-Kıpçakça sözlüğü gibi eserler de bu döneme ait önemli çalışmalardır. Kostantinos Porfırogennetos, 1100 yılında “Nestor Tarihi” adlı eserini Slav-Rus metinleriyle zenginleştirerek önemli bir kaynak sunmuştur. Sonrasında ise Çinliler devreye girmiştir.
İlk başlarda Müslüman Araplar, Türkleri “kafir” olarak görmüşlerdi, ancak zenginleşen Araplar, savaşmak istemediklerinden, Türklerle daha iyi ilişkiler kurmaya başlamışlardır. Özellikle Abbâsîler bu dönemde öne çıkmışlardır. Türkleri eserlerinde ele alan bazı İslam alimleri ve yazarları şunlardır:
- İbn Sina, “İşarat” adlı eserinde bir Şaman seansı ve ritüelinden bahseder.
- El-Medaini (840)
- Taberi, Yakubi ve El-Kurdadbeh (900’ler)
- İbn Fadlan, Mesudi, Makdisi, Kazvini, Ebu Dulef, İstahri, İbn Rüşd, İbn Havkal gibi önemli İslam kaynakları.
- 1000’li yıllarda Biruni, Mervazi, El-Bekri, Gerdizi, İbni Sina
- 1100’lü yıllarda Nizami, İdrisi, İbnü’l-Esir, Mervazi, Avfi gibi alimler.
Bu dönemde, Moğolların coğrafyada tıkılıp kalmaları, diğer topluluklar gibi onların da başka inançlara geçişlerini engellemiştir. Moğollar, özellikle barbar ve vahşi olarak görüldükleri için, çok fazla ciddiye alınmamışlardır. Ancak Cengiz Han’ın başlattığı büyük Moğol İstilası ile birlikte, Moğolların bu başarısı, Tengri veya Altay inançlarının dünyanın dört bir yanına yayılmasına neden olmuştur. Bunun sebeplerinden biri, Moğolların bu inançları bir siyasi fetih aracı olarak kullanmaları ve kanun esası haline getirmeleridir. Moğollar, zararı olmadığı sürece din adamlarına uyguladıkları hoşgörü politikası ile Tengrici inançları kendi inançlarının içine katmışlardır.
Peçenekler, Hazarların devamı olarak varlıklarını sürdürmüş, bazıları ise Ortodoks Hristiyanlığa geçmiştir. Komanlar ve Poloveçler ise Moğol İmparatorluğu’nun bir parçası olarak, İslamiyet’i kabul eden “Altın Ordu Devleti”ni oluşturmuş ve Kıpçaklar/Kapçaklar olarak faaliyet göstermeye başlamışlardır. 1300 yılında Turfan Uygurcası ile yazılmış olan “Oğuzname” Paris Ulusal Kütüphanesinde bulunmaktadır ve yazarı Ebu-ı Gazi Bahadır Han’dır. Bu eserin en önemli kısmı, dini ve mitsel inançları uzun metinlerle anlatmasıdır. “Oğuzname”de, Moğollar aracılığıyla öğrendikleri bilgileri, Oğuz Kağan’ın başarı mitini Cengiz Han’ın başarılarıyla harmanlayarak bir milliyetçilik sergilenmiştir.
Dönemin önemli kaynakları, özellikle İran tarihçileri tarafından da ele alınmıştır. Bunlar arasında Cüveyni, Reşidüddin, Emir Hüsrev ve Vassaf (1325-1312) yer alır. Ermeni kaynakları ise, Kral I. Hethum’un Kuzey Asya gezileri (1266-1270), Akançlı Grigor (1250-1335), ve Kancaklı Kiragos (1201-1272) tarafından yazılmıştır. Moğollar üzerine en ciddi çalışmaları yapan İslam tarihçileri ise İbn Battuta (1368) ve İbn Haldun (1406) olmuştur. Moğolların çöküşüyle birlikte, Lamaizm (Tibet) etkisi artmış ve “Kara Budun” adı verilen halk tabakası, yazıtlarda açıkça belirtilmiştir
Türklerin İslamlaşması
Araplar Orta Asya’ya geldiğinde, Tu-kiuların imparatorluğu dağılmıştı. Asya’nın batısına yönelen Türk toplulukları, Oğuzlar adı altında boy federasyonları şeklinde yaşamaya başlamışlardır. Bu dönemde, tam bir otorite yerine dağınık bir yapı hakimdi. Ancak Oğuzlar, kültürleri ve kanunları olan Töre yapıları sayesinde bir gelenek sürdürmüşlerdir. Bu yapılar, zamanla içsel bir rahatsızlığa yol açmış ve bu rahatsızlık öfkeye dönüşmüştür. Bir Çin valisinin Taşkent’te bir Türk şefini idam etmesi, bu öfkenin zirveye ulaşmasına neden olmuştur. Ölen şefin oğlu, Karluklara sığınarak yardım istemiştir. Bunun sonucunda, Karluklar ve Tu-kiular birleşerek 751 yılında Talas Savaşı’nda Çin ordusunu yenmişlerdir. Bu zafer, Orta Asya’nın kaderini değiştirmiştir. Türkler, Çinlileşmek yerine İslamiyeti benimsemişlerdir.
İlk başta, Müslüman topluluklarla Türkler arasında kurulan ilişki bir denge unsuru oluşturmuştur. Arapların zenginlikleri sayesinde, Türklerin paralı asker olarak kullanılması fikri de pekişmiştir. Samani Devleti, Türk köle ticaretinin merkezlerinden biri olmuştur. Abbâsî tahtındaki kardeş kavgası, El-Emin ile El-Memun arasındaki taht savaşı, Türklerin değerini artırmış ve onların rolünü güçlendirmiştir. Yazara göre, Türklerin İslam toplumlarıyla daha iyi kaynaşmasının sebeplerinden biri de bu taht kavgasıdır. Zamanla, Türkler Abbâsî İmparatorluğu için bir siyasi mesele haline gelmişlerdir. Abbâsî Halifesi Sultan El-Mutasım (833-849) döneminde, “kabına sığmaz savaşçılar” olarak tanınan Türkler için Bağdat’tan uzak Samerra’da yeni bir şehir kurulmuştur. Türklerin başarıları, zamanla Mısır ve çevresindeki bölge yönetimlerinde de Türklerin görev almasına neden olmuştur.
Abbâsî kaynaklarında, bazı Türklerin zamanla iyi Araplaştığına dair bilgiler yer almaktadır. Güvenlik nedeniyle Türklerin Hacca gitmesi sınırlı olmuştur; ancak Dini hassasiyetlerini gidermek için Samerra’da Türkler, Küçük bir Kâbe inşa edilmesini önermiştir. Ayrıca, bazı Türk kölelerin özenle yetiştirildiği, kendilerine ayrılan bölgelerde yaşamaları ve yerel halkla karışmamaları gerektiği, hatta Halifenin satın aldığı genç kızlar dışında kadın almalarının yasak olduğu bilinmektedir. Ancak buna rağmen, eski geleneklerinin izlerini taşımaya devam etmişlerdir.
Mısır Memlükleri döneminde, paralı asker olarak Kıpçak diyarlarından Türkler getirilmiştir. Arap kültürüne aykırı olarak, Türklerin türbe yapma geleneğinin izlerini görmek mümkündür. En mantıklı açıklama, bu türbelerin Türkler tarafından yapıldığıdır. Ayrıca, Türkler ölülerini, özellikle yazı içermeyen şekilde kumların altına gömmeyi tercih etmişlerdir.
Araplar, paralı askerlerden çok memnundurlar. Türkler, İslamiyet’in güven içinde yayılmasına ve tüccarların güvenliğini sağlamaya yardımcı olmuşlardır. Türkler, zaman zaman Arap tüccarlarıyla denizlere açılmışlardır. İslamiyet’in Orta Asya’da başarılı bir şekilde yayılmasının en önemli adımlarından biri, Karahanlıların İslam’a geçmesidir. Satuk Buğra Han sayesinde, ona bağlı Türk toplulukları kitlesel olarak İslam’a geçmiştir. Kaşgar çevresindeki uzun süreli Maniheizm ve Budizm etkisinden sonra, İslamiyet’e geçiş, Kaşgar’ı önemli bir kültür merkezi haline getirmiştir. Sonrasında, Gazneliler ve Selçuklular sayesinde Türklerin Müslümanlaşması daha da hızlanmıştır. Ancak, bazı Şamanist Türk gruplarının hala varlığını sürdürdüğü görülmüştür.
Selçuklular, geleneksel kültürlerini korurken aynı zamanda Hristiyan Anadolu (Rumlar ve Ermeniler) ile hoşgörü politikası izleyerek Türklerin Anadolu’da güçlü bir denge oluşturmasını sağlamışlardır. Yazara göre, Türkler hem Müslüman görünmüş hem de eski Tengri ve Altay inançlarını kabul etmişlerdir. Örneğin, Hacı Bektaş-ı Veli‘nin “Vilayetname” adlı eserinde, Oğuzların İslam öncesi geleneklerinden büyük çapta alıntılar yapılmıştır. Dede Korkut Kitabı‘ndaki su ve ağaçtan kurulu kutsal üçlü dualar, bu geleneklerin örneklerindendir. Ayrıca, şehzade boğdurulması, kanın kutsallığı, düşman ölülerinin mezardan çıkarılıp yakılması gibi kültler ve at kuyruğunda sancak yapma gibi geleneksel kültürler de hala varlıklarını sürdürmüştür.
Yusuf Ali Bayram
Share this content:
Yorum gönder